Türk mimarlığının serüvenini, mimarlığın pratik yansımalarını ve mimari sorunlara ilişkin çözüm önerilerini AA muhabirine anlatan Günenç, mimarlığın herhangi bir toplumsal unsuru yansıtan edilgin bir konumdan ziyade üretici, kurucu ve aktif bir role sahip olduğunu söyledi.
Sanat ve mimarlıkla ilgili geleneksel formların 18. yüzyılda büyük bir değişime uğradığını ve bu değişimi dikkate almadan var olan durumun anlaşılamayacağını belirten Günenç, mimarlığı çeşitli sıfatlarla tanımlama çabasının ürünü olan Türk mimarlığı, İslam mimarisi, Osmanlı sanatı kavramlarının 19. yüzyılda ortaya çıktığını dile getirdi.
Günenç, Anadolu’nun 19. asır öncesi, birtakım izleklere rastlansa bile, milliyetçi bir düşünce biçimine sahip olmadığını aktararak, “O halde, Türk mimarisi tanımlaması, kabaca yüzyıllık bir miras gibi duruyor. Bu düşünsel miras birçok açmazları, müphemlikleri barındırdığı gibi, geçmiş zamanlarda mimarlık, sanat üretmiş birçok aktörün Türk mimarisi ürettiğine dair bir bilinçlilik halini de onlara kolayca giydirmeye sebep oluyor. Onların dünyasında var olmayan unsurlar sanki varmış yanılsaması içerisine kolayca hapsoluyoruz, hapsolmakla kalmayarak buna inanıyoruz. Başka bir ifadeyle üç boyutlu mimarlık ürünlerini, her defasında katı bir determinizm içerisinde tanımlama yatkınlığının problemli oluşuna işaret etmek gerekir. Mimarlık nesneleri böylece Türklük, İslam, Hristiyanlık, Yahudilik ya da bir ideoloji olmak üzere sayısız şeyin yansımasına dönüştürülüyor.” diye konuştu.
Mimarlığı var eden tarihsel koşullar yerine, mimarlığa ruh verdiğine inanılan Türklük, din ya da ideolojinin araştırıldığını kaydeden Günenç, şu bilgileri verdi:
“Bu hal, mimarlık ürünlerinin yanına bile yaklaşamaz ve bunun onları tarihselleştirmekten uzak olduğu da söylenmelidir. Mimarlığın, toplumsallığı üreten sayısız makinelerden biri olduğunu anlamamız gerekiyor. Dolayısıyla mimarlık, herhangi bir unsuru yansıtan edilgen bir konumdan ziyade, üretici ve kurucu bir role sahiptir. Böyle bir konumda durmaya başlayınca, ulusalcılığın dar kalıplarından çıkarak gerçek mimarlık sorunlarıyla yüzleşmek daha olası hale gelmeye başlayabilir.”
“Söz mimarlığında sadece konuşarak mimarlık üretilir”
Ömer Günenç, mimarlığın “söylemsel”, “söylemsel olmayan”, “imaj mimarlıkları” ve “söz mimarlıkları” olmak üzere, dört farklı biçimde üretilebileceğini söyledi.
Söylemsel mimarlığın, sadece yazı ile üretildiğine işaret eden Günenç, “Bu mimarlık, metnin içinde yaşam bulur, metnin çerçevesi dışında bir gerçekliği yoktur. Ele aldığı meseleyi temsil edemez, onu sadece yeniden üretir, konum alışla doğrudan ilişkilidir. İkinci biçim, söylemsel olmayan mimarlıklardır. Her çeşit fiziksel üretim bu grubun içine dahil olur. Bu, fiziksel veya üç boyutlu mimarlıklar biçiminde de ifade edilebilir. Örneğin bahçe duvarı, bir kapı, bina, mülteci kampı, şehir, sosyal konutlar vb. bu formun içine dahildir. Üçüncü form ise imaj mimarlığıdır. Bunlar her çeşit maket ve el çizimini içerdiği gibi aynı zamanda bilgisayar ortamında üretilen iki ve üç boyutlu mimari temsilleri kapsar. Dördüncüsü ise söz mimarlığıdır. Burada sadece konuşarak mimarlık üretilir. Konferans, panel, söyleşi, dersler gibi sözlü pratikler bu sınıfa girer. Bahsi geçen dört eylem biçimi de birbiri yerine kullanılamaz, birbirini temsil edemez, birinden diğerine giden bir yol yoktur, ele alan özne adedince sayısız ilişki ağlarının kurulmasına imkan sunar sadece.” diye konuştu.
Mimarlık üzerine düşünmenin ve onu konumlandırmanın mimarlığın doğası üzerinden yapılması gerektiğinin altını çizen Günenç, şöyle devam etti:
“Pratiklerin doğal farklılıkları, sürecin çok yönlü ve hapsedilemez etmenleriyle kısmen de olsa yüzleşmeye fırsat sunar. Bir yandan yazı, metin, matbaa, bilginin dolaşımı, internet, bilgisayar, temsil teknolojileri yer alıyor. Diğer yandan inşaat endüstrisi, yenilenen detaylar, şehir kurma biçimleri, dönüşen yaşam formları bulunuyor. Bunun yanı sıra hiçbir biçimde ölmesi ya da öldürülmesi mümkün olmayan kapitalizmin, sermayeyi yöneten network’ün, küresel ve yerel aktörlerin varlıkları ve dönüşen yapıları söz konusu. Bununla birlikte yadsınamaz bir gerçekliğimiz de şu: Hayatımızın bir parçası olan, olağanlaşan kriz halleri, yaşamı ve mimarlığı sürekli krize itiyor. İklim değişikliği, fakirlik, savaşlar, iç çatışmalar, doğal afetler gibi…”
Ömer Günenç, mimari ürünlerin kalıcılığıyla ilgili durumun, mimarlığın yanılsamalarından birisi olduğunu vurgulayarak, “Kalıcılık deyince akla hemen yapı teknolojileri, hatta mimarlık okullarında okutulan yapı dersleri geliyor. Neredeyse içeriği hiç değişmeyen yapı detayları ve yapı üretim biçimleri anlatılıyor genç mimar adaylarına. Lakin öğretilenler yaşamın gerçeklikleri karşısında kumdan kaleler gibi. Okuldan mezun olan genç mimarlar sudan çıkmış balık gibiler, güncel hiçbir krize karşılık eğitim almıyorlar. Yapabilecekleri eylemler fazlasıyla kısıtlı. Betonarme yapı bilgisiyle sadece var olana hizmet ederek karın tokluğu peşinden koşmaları sağlanıyor. Bunun yerine şunlar üzerine düşünmek daha anlamlı geliyor bana: Yaşamlarımız sürekli değişiyor. Üretilen mekanlar nasıl ve hangi biçimlerde değişen yaşamın gerekliliklerine uyum sağlayabiliyor? Her geçen dakika kriz iliklerimize işliyor. Kentlerimiz bahsi geçen krizlerle boğuşabilmek için hangi ölçeklerde esnekliğe ve yeniden yapılanmaya müsait? Ekonomik koşullarımız bu durum için hangi esnekliğe imkan sunabilir? Açıkçası modern zamanlarla birlikte sorulmaya başlanan soruları bir kenara bırakmanın zamanı çoktan geçmiş durumda.” dedi.
“Deprem üzerine düşünürken, mekan üretim pratiği ikincil bir konuya dönüşüyor”
6 Şubat 2023’te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremin ardından mimariyle deprem arasındaki ilişkinin daha fazla konuşulmaya başlandığını kaydeden Günenç, ortaya çıkan problemin, sadece mimarlıkla deprem arasında kurulmaya çalışan sığ bir parametreye indirgendiğine dikkati çekti.
Günenç, deprem üzerine düşünürken mekan üretim pratiğinin ikincil bir konuya dönüştüğünü vurgulayarak, şunları aktardı:
“Ülkemizin gerçekliklerine sırtını dönen, neredeyse yüz yıllı aşkın bir tarihimiz var. Kendi tarihimizde hangi krizleri merkeze alarak bir dönüşümün fitilini ateşledik ki? 1999 Gölcük depremini yaşadım. Depremden sonra hiçbir şey olmamış gibi yeniden yapılanmaya devam etti her şey. Mimarlık eğitimi aldığım yıllarda, bir inşaat mühendisi profesör hocamdan yapı dersi almıştık. Asmolen döşemenin, depremde en kötü çalışan döşeme biçimi olduğunu Gölcük depremini de inceleyerek bizlere anlatmıştı. Bu konuyla ilgili kendisi bir kitap da yazmıştı. Ama 1999 depreminden sonra inşa edilen yapılarda asmolen döşeme hala sıkça yapılmaya devam ediyor! Benzer şeylerin 6 Şubat depreminden sonra olması da kaçınılmaz gibi duruyor. Düşünmek için zamanımız yok, tavır geliştirmek için sabrımız yok. Nüfus hareketini organize edebilecek çözümlerimiz yok. Başka bir alandan örnek vermek gerekirse, bir şehre üniversite kurmak için önce kentsel altyapı üretmek gerekmez mi? Bir fakülte kurmak için önce fakültedeki eğitimin altyapısını kurmak gerekmez mi? Ama bizler böyle düşünmeme eğilimindeyiz. Bir yere bilgisayar mühendisliği bölümü açmak için üç öğretim üyesi şartını sağlamak yeterli. Altyapı kurmanıza ne gerek var! Açıkçası ne inşaat alt yapımız ne gelecek vizyonumuz ne de ekonomik yapımız, sürdürülebilir kentler ve dahi yaşamlar için elverişli değil. Krizlerle yüzleşebilecek ne eğitim imkanımız ne de toplumsal yapımız söz konusu. Bu anlamda hiçbir umudumun olmadığını belirtmek isterim.”
Üniversitelerdeki mimari eğitimin yetersiz olduğunu, mimar adaylarının toplumla temas alanlarının kısıtlı olduğunu ve yaşadıkları bölgenin gerçeklerinden uzak olduklarını vurgulayan Günenç, “Esther Charlesworth’ün iki çalışması var: İlki, 2014’te yayımlanan, ‘Humanitarian Architecture: 15 Stories of Architects Working After Disaster’ (İnsani Yardım Mimarlığı: Afet Bölgelerinde Mimarlık Üreten 15 Mimarın Öyküsü]ve ikincisi ise 2023’te yayımlanan ‘Design for Fragility: 13 Stories of Humanitarian Architects’ (Hassas Durumlar için Tasarım: 13 İnsani Yardım Mimarının Öyküsü). Bu kitaplarda söyleşi yapılan toplam 28 mimarın ortak karar verdiği önemli nokta şu: Mimarlık okullarında aldıkları eğitimlerin hiçbir şekilde kriz anlarıyla ilgili olmadığını, fakirlik durumlarına temas etmediğini, uzak coğrafyalarda nasıl ve hangi biçimlerde mimarlık üretilebileceğine dair fikir dahi vermediğini açıkça ifade ederler. Bu şu anlama gelebilir: Dünyanın çok sınırlı bir kesimi için, kabaca söylemek gerekirse sadece yüzde 10’luk kesimine hizmet edebilecek bir mimarlık bilgisiyle okuldan mezun oluyorlar. ‘Deprem bölgelerinde ne yapılabilir?’, ‘Afet sonrası acil durum mimarlıkları nasıl üretilebilir?’, ‘Çad kırsalında mekan nasıl üretilir?’, ‘Bangladeş’te hangi biçimlerde mimarlıklar vücuda getirilebilir?’, ‘Mimarlık eylemiyle beraber yaşamın sürdürülebilirliği nasıl sağlanabilir?’ soruları başta olmak üzere hiçbir soruyu tartışmadan, bilgi üretimine temas etmeden, proje üretmeden yetişen insanlar ve onları yetiştirenlerin dünyanın büyük bir çoğunluğuna kör kaldıkları söylenebilir. Benzer bir durumun Türkiye için de pekala geçerli olduğunu söylemek mümkün duruyor.” dedi.